Bir kılıç ustasıydı, kendini böyle tanımlardı. Sinirini bozan ne varsa kafalarını keser atardı. Ona gülen, sinirini bozan, yapamayacağını söyleyen kim varsa hepsinden kurtulur, onları pişman ederdi. Böylesi en kolayıydı, kesin bir çözümdü bu. Tek seferde kesip atmak… Savaşacak gücü yoktu ama devam etmek için de cesareti vardı. Ancak o son an, kılıcın boyunlardan aşağı inmek üzere olduğu o an, kılıcına onların son bakışları yansır ve orada kalırdı. Bolca kibir kokan gözler, gururlu bakışlar, ben demiştimler, yazıklar olsunlar… Son bakışların son sözlerden daha etkili olduğunu böyle öğrenmişti.
Bir koleksiyoncuydu aynı zamanda. Korkma, biriktirdiği kesik başlar değil, kılıcında biriken o bakışların. Hepsini kılıcında biriktirir, zamanı geldiğinde kendine hatırlatırdı. O bakışlarda insanın en büyük pişmanlıklarının, en zayıf yönlerinin bulunduğuna inanırdı. Böyle zamanlarda kılıcını eline alır, tıpkı bir ayna gibi kendi yansımasına bakardı. Gözlerinin derinliklerinde en büyük pişmanlığı arar, kendi zayıflıklarını merak ederdi. Ne kadar baksa da göremez, sorunun ne olduğunu anlayamazdı. Kendi bakışları onların bakışları gibi değildi. İnsan zaten kendini görse her şey çok daha kolay olurdu. Belki de henüz bu kadar pişman olmamıştı ya da kafası kesilmek üzere olmadığından kendi son bakışını göremiyordu. Yine de sürekli bunun üzerine düşünür ve kılıcında biriken o son bakışların haklı olmasından çok korkardı. Kesip attığı şeylerin onların bakışları değil de kendi ruhu olduğundan endişe duyar, bir daha hiç büyüyemeyeceğini düşünürdü. Her şeyin boşuna olması ihtimaliydi belki de onu korkutan. Kesip atılan kafaları unutmak kolaydı ama kılıcında biriken bakışlar kendini sürekli hatırlatır dururdu. Onlar çok şey anlatır, derin hisler barındırırdı. Dilleri olsaydı konuşurlardı, ancak konuşsalardı da anlaşılamayacaklardı belki de. Anlattıklarını anlamak onları kesip atmak kadar kolay olmazdı. Hayatını, hayatlardan kesik bir baş gibi kesip atmak da kolaydı işte, sonunda kaybolup giderlerdi. Buna rağmen kılıçta kalan o son bakışlarla konuşmak istediği çok olurdu yine de. Neden öyle baktıklarını bilmek isterdi. Sona erişin getirdiği bir hayal kırıklığı mı gizliydi onlarda yoksa ben miydim bu hayal kırıklığının sebebi diye düşünürdü. Bu bakışı yakalaması bir saniye sürer, durup konuşmaya fırsat bulamadan kesik başın yerde yuvarlanışını izlerdi. Öfke işte böyle anidir, ne olup bittiğini anlamadan kesip atıverir başlarını, tıpkı onun kılıcı gibi. Sonra biriken bakışlarla baş başa kalırız, anlamı asla çözülmeyen, çözülse de içimizi rahatlatmayacak olan o son bakışlarla.
Ruhundaki bu ağırlığın ve yalnızlığın sebebinin bu bakışlar olduğunu düşünür kılıcından kurtulmak isterdi böyle zamanlarda. Kılıcı kırıp üstünde biriken bakışları serbest bırakabilirdi, böylece kuşlar gibi hafifleyebilirdi elbette ama kılıcı olmadan da ne yapacağını bilmiyordu. Sonuçta o bir kılıç ustasıydı. Yani kendini böyle tanımlardı. Kuş olmak ona özgürlüğünü vermeyecekti. Eminim kuş olmanın da zorlukları vardır diye düşündü. Dedim ya işte, savaşacak gücü yoktu ancak devam etmeye cesareti vardı. Böylece devam edebilirdi.
Kılıcı eline alıp tekrar kendi gözlerine baktı, kendi bakışını aradı. Savaşacak gücü olmayan bir kılıç ustası zaten nasıl devam edebilirdi ki yaşamına. Belki de bu onun son bakışıydı, ya da ilk bakışıydı yeni hayatına. Henüz hiçbir şey bilmiyordu. Kılıcına yansıyan o bakışlardan öğreneceği çok şey vardı.